Nurcan Özgür Baklacıoğlu ve Zeynep Kıvılcım Nisan-Aralık 2014 tarihleri arasında, Türkiye’de en fazla Suriyeli mültecinin yaşadığı İstanbul’un Başakşehir, Beyoğlu, Şirinevler, Eyüp, Bağcılar, Küçükçekmece, Fındıkzade, Fatih, Eminönü, Sarıyer, Tarlabaşı ilçelerinde yaşları 16–55 olan 30 kadın ve üç LGBTİ Suriyeli mülteciyle görüşerek bir alan çalışması gerçekleştirirler. Bu görüşmeler Sürgünde Toplumsal Cinsiyet İstanbul’da Suriyeli Kadın ve LGBTI Mülteciler (Derin Yayıncılık, 2015) isimli kitapta toplanır. Kitabın önemli özelliklerinden biri mültecilerin yaşadıkları şiddetin boyutlarını, yaşamlarının her alanında şiddetin olağanlaşmasını izlemeyi mümkün kılması.
Buradan yola çıkarak şiddet kavramını biraz olsun tartışmak mümkün. Şiddet Türkçeye Arapçadan geçen bir sözcük; “bir güç, hareket veya kuvvetin derecesini” gösterir. Bunun yanı sıra “doğal halinden fazla olma, aşırılık veya fazlalık” anlamına da gelir. Ama asıl “meseleleri uzlaşma yoluyla değil, kaba kuvvet kullanarak halletmeye kalkışma ve bunun için kullanılan kaba kuvvet” ile “sertlik” karşılıkları konuyla yakından ilgilidir.
Şiddet sözcüğü Latince kökenli vis ya da violentia sözcükleriyle içerik bakımından uyumludur. Yani şiddetin kaba kuvvete ve iktidara işaret eden etimolojik bir kökü söz konusu. Ancak şiddeti sadece etimolojik köklere bakarak anlamak eksik kalır. Sosyal bilimlerin bu konuda ortaya koydukları standartlara da bakmak gerekir. Hukuk, adli tıp, sosyoloji vb. disiplinler şiddetin özünü “hasar” kavramıyla açıklarlar. Maddi ya da manevi hasar nesnelere, insanlara uygulanan zor ya da fiziksel baskıyı içerir, insanlarda iz bıraktığı varsayılır. Heinrich Popitz şiddeti “insanların başka insanlara kasten hasar vermeyi amaçladıkları güç kullanımı” diye tanımlar. Siyaset felsefesinde şiddet, başkalarını rızaları dışında karar vermeye zorlayan meşru olmayan güç kullanımına denk düşer. Max Weber’in de devleti meşru zor tekeli olarak tanımlar.
1789 Fransız Devrimi’nden bu yana şiddet hakkındaki her tartışma, şiddetin meşru olup olmadığına, yasa karşısındaki konumuna dair bir hüküm içermeden ele alınmamıştır. Benjamin’in 1921’de yayımladığı “şiddetin eleştirisi üzerine” isimli makale şiddeti ne olduğunu anlamak için temel metinlerdendir. Benjamin’e göre şiddetin ne olduğunu anlayabilmek için şiddeti tasnif etmek gereklidir. Benjamin şiddeti hukuk yaratmanın, iktidar kurmanın asli unsuru olarak ele alır. Devlet sadece yasanın şiddetini icra eden bir organ oluşu ya da yasanın uyguladığı bir alan olması nedeniyle önemlidir. Sadece ama sadece şiddet ya da zor yasayı yapar. Benjamin yasayı yapan şiddeti de ikiye ayırır: Yasa koyucu şiddet ve yasa koruyucu şiddet. İkincisi ordu ve /veya polis tarafından temsil edilir. Yasa koyucu şiddet ise kurulu bir düzende dahi yasayı yürürlüğe koyan, yasayı yapan şiddettir. Yurttaşların yasalara tabi kılınması ve şiddetin hukuksal amaçlara yönelik bir araç olarak kullanılması iktidarın tabiatını oluşturur. Örneğin militarizm “devlet amaçlarının bir aracı, şiddetin genel kullanımına yönelik bir zorlamadır” (Bkz. ayrıntılar için, Benjamin, “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”, Metis Yay., 2010). Kıvılcım’ın söz ettiği ayrıca kitabında da ayrıntılarıyla yer alan hukuksal şiddet ise, (legal violence) « Türkçede çok bilinmeyen ancak eleştirel göç ve iltica literatüründe kullanılan bir kavram. Hukuki düzenlemelerin uygulanması yoluyla hayata geçen veya hukukun sessizliği ile imkânlı kılınan, meşrulaşan ve derinleşen, hukuksal destek nedeniyle mağdurun kendisi dâhil toplumsal açıdan sorgulanmadan kabul edilen farklı şiddet türlerine işaret ediyor » (Kıvılcım, "Sürgünde Hukuksal Şiddet: Türkiye'deki Suriyeli Mülteciler", Birikim, Sayı:320, Aralık 2015, s.42).
Bugün siyaset ve şiddet ilişkisi sınırlarda tayin edilmekte. Mülteciler, göçmenler, sadece dış sınırları delik deşik etmekle kalmıyor, sınırların içindeki paralel toplumlarda, şehirlerin dış mahallerine atılmış etnik ve kültürel gettolarda, çöküntü bölgelerinde, kentin çeper semtlerinde var olma, tanınma ve kabul görme mücadelesi veriyorlar.
Bu hem kronolojik bakımdan en son gelenler için, hem de birkaç kuşaktır yerleşik olan “daimi yabancılar” için böyledir. Yerleşik yabancılar ve kaçaklar kurulu düzene demokrasinin demokratikleşmesi zorunluluğunu dayatırken, yerleşik toplum kesimlerinde de değişik düzeylerde reaksiyoner tavır gözlemlenmektedir. Sınırlar sadece fiziksel mekân düzenlemeleri değildir. Aynı zamanda siyasal mekânları tarif eder. Sosyal devletin ortadan kalkması neoliberal politikalarla birlikte yeryüzüne yayılan şiddet ve zulüm politikaları sınırların belirsizleşmesinin öngörülemeyen bir sonucudur. Sınırların belirsizleşmesine, sosyal aktörlerin (sosyal hakları zayıflatılmış yurttaşların) yeniden konumlanmasına karşı tepki, bütün dünyada yapısal ve nesnel şiddette ve öznel şiddette artışı da beraberinde getirdi. Şiddete karşı siyaset talebi, yapısal ve öznel şiddetin bir zulüm siyasetine dönüşme tehlikesine karşı, yasayı ve şiddeti dışarıda bırakan ideal bir durumu hayal etmektir.
Böyle bir ortamda şiddetin cinsiyet boyutu daha belirgin bir biçimde ortaya çıkar. Kadına yönelik şiddet, tarih boyunca normalleşen ve patriarkal düzen içinde kurumsallaşan kadın ve erkek arasındaki ilk ve temel işbölümünü idame ettirmede kullanılan bir araç olagelmiştir. Kadın cinselliği ve üreme potansiyelinin sosyal grupların kendi nesillerini kabul edilir ölçütlere göre yeniden üretmeleri sürecinde taşıdığı önem, kadın bedenini toplumsal denetime maruz bırakmıştır. Bu nedenle erkek tahakkümü sınıflı toplumlardan çok önceleri başlamış ve çoğu durumda şiddet ve zor kullanımını içermiştir.
Kitaptan da izlediğimiz üzere özellikle savaşın sonucunda kadınlar ve çocuklar yalnızlaşmakta (s.69), yoksullaşmakta ve eve hapsolmakta (s.72), çalıştıkları işlerde sosyal istismara maruz kalmakta (s.74), işyerinde ayrımcılık yaşamaktadırlar (s.77). Mülteci kamplarında ise cinsel istismara açık durumdadırlar (s.83). Kampa gitmektense Suriye’de ölmeyi tercih ettiklerini dile getirirler (s.89).
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi raporuna göre, Türkiye'de iş cinayetlerinde kadın işçi ölümü oranı yüzde 7 iken göçmen iş cinayetlerinde ölen kadınların oranının yüzde 15'e çıkmaktadır. Meclis, özellikle Suriyeli göçmen kadınların taciz ve tecavüzle karşı karşıya kaldıklarını ifade etmektedir. Göçmen çocuk işçilerde ölüm oranının ise yüzde 8'i geçtiğini çocukların günde 10-12 saat, ağır işlerde, kölelik düzeni içinde çalıştırıldığını belirtmektedir (BİA Haber Merkezi, 5 Şubat 2016).
Baklacıoğlu ve Kıvılcım’ın kitabı, Suriyeli kadın ve LGBTI mültecilerle ilgili farkındalık yaratmak, yaşam alanlarının her noktasına sinmiş ayrımcı politikaları teşhir etmek, mücadele ve direnme imkânının yolunu açmak için önemli bir çalışma. (FS/ÇT)